Anayasa Bir Cümle Olsun
Anayasa bir cümle olsun. O bir cümleyi bulalım, onu yazalım, meseleyi tatlıya bağlayalım. O bir cümleyi bulamazsak, yeni anayasamızın mürekkebi kurumadan eskiyecek. Bakmayın onlarca madde olduğuna aslında yeryüzündeki tüm anayasalar bir cümledir. O bir cümle anayasanın ruhunu belirler, o ruh anayasanın tamamını ve yasaları şekillendirir.
O cümle şu sorunun cevabıdır: Devlet, sınırları içinde yaşayanları ne olarak görüyor?
Hadi soralım. Mevcut anayasamız, devletin sınırları içinde yaşayan 78 milyon 741 bin kişiyi ne olarak görüyor? Biz devletin neyi oluruz, devlet bizim neyimizdir?
“Devlet, sınırları içinde yaşayanları ne olarak görüyor?” sorusuna bir cümle ile cevap veriyorsak başka bir sonuçla karşılaşıyoruz, çok sayıda cümle ile veriyorsak başka bir sonuç çıkıyor karşımıza. Bir cümle ile cevap vermek yalın ve temiz bir tarif demektir, çok sayıda cümle ile cevap veriliyorsa dolambaçlı yollara tevessül ediliyor, pek çok hakkımız başka cümlelerle hükümsüz hale getiriliyor demektir. Bu soruya dolambaçlı cevap veren ülkelerin anayasası uzadıkça uzuyor kocaman bir kitaba dönüşüyor. 1982 yılında kabul edilen darbe anayasası 177 maddeden oluşuyor. Onca maddeye ne gerek var. Anayasa bu; roman değil, dizi film senaryosu değil, buzdolabı kullanma kılavuzu değil. Onun için 12 Eylül Anayasası, 1982’de yürürlüğe girmesinden sonra, ilki 1987 yılında olmak üzere 17 defa değişikliğe uğradı. Değişti ama o bir cümle değişmediği için mevcut anayasamız ‘darbe ürünü’ olmaktan kurtulamadı.
Devletler, topraklarında yaşayanları ‘makbul vatandaş’ veya ‘iyi vatandaş’ olarak görmek istiyor. İdeolojik devletlerin gözünde hepimiz yontulması gereken canlılarız. Onlar, insanı yonttukça sadık birer vatandaş çıkaracaklarına inanıyor. Onlar için esas olan devlettir. Kutsal devlet ülküsünün hakim olduğu bu ideolojik anlayışlarda, insanın onuru, muhteremliği ve özgürlüğünden çok tektipçilik esastır. 12 Eylül anayasası böyle bir zihniyetin ürünüdür. 28 Şubat’ın amacı da buydu.
Dünya geneline bakıldığında vatandaşlık tanımlarından kaynaklanan problemlerin başında dil, renk, ırk, din, mezhep konuları gelmektedir. Bunlara bağlı olarak sosyal, hukuki ve kültürel pek çok problem, zincire eklenmekte, içinden çıkılmaz devlet-vatandaş kavgaları sürüp gitmektedir. Devletler, insana ‘vatandaş’ olarak yaklaştıkları için üzerlerine gereksiz yükler alıyorlar, sonu gelmez standartlaştırmalar ve sınırlandırmalar uygulamak zorunda kalıyorlar.
Sorduğumuz soruya cevabımızı verelim. Devlet, sınırları içinde yaşayanları ‘insan’ olarak görmeli!
Devletler, bayrağı altında yaşayanları öncelikle insan olarak görür, insan olma halinden yola çıkarak aidiyetlik (eşit vatandaşlık) tanımına ulaşırsa, insan o ülkede tüm farklılığıyla kendini gerçekleştirebilir. Çünkü insan farklıdır; yaratılış anında hiçbir insan, diğer insanın aynısı, benzeri, eşit tipi değildir. Standart değildir insan; ırk, renk, dil, huy, karakter ve yetenek olarak birbirinden farklıdır. İkizler bile birbirinin tıpkısı değil. Dünya yaratıldığından beri yaşayan 110 milyar insandan hiç birinin parmak izi, gözü, sesi aynı olmadı; hepimiz farklıyız. Allah, farklılıklar üzerine kurulu bu yaratılışı, ‘en güzel biçim’ anlamında ‘ahsen-i takvim’ olarak tanımlıyor. İklimler, mevsimler, yeryüzü şekilleri insanın bu farklılığını yansıtacak şekilde özgün ve orijinal. ‘Aynı nehirde iki defa yıkanılmayacağı gibi’ aynı olan iki nehir de yoktur. Onun için devletler, insanları tek tip varlıklar gibi algılamaktan veya onları tek tip hale getirmekten vazgeçmeli. Doğaya (yani fıtrata) aykırı bu çaba, modernizm ve teknoloji ile bir araya gelince, insan bireyi yeryüzünün en önemsiz unsuruna indirgendi.
Onun için anayasa ve yasalarda ama, fakat, lakin gibi kendisinden önceki ifadeyi geçersiz hale getirme gücüne sahip kelimeler veya bu anlama gelecek ifadeler-kurgular yer almamalı. Mesela, elimizdeki anayasanın 6. Maddesinde “Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir.” yazılıdır. Peşinden gelen “Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır.” cümlesine dayanılarak kurulan ve bir dönem sayısı 50’ye yaklaşan üst kurul, millet egemenliğinin yegâne temsilcisi olan siyaseti ve TBMM’yi adeta yetkisiz hale getirdi. Üst kurullar ise, millete değil yerli egemenlere veya uluslararası dinamiklere ve dengelere mahkûmdu.
Yazının özeti şudur. Anayasa bir cümledir. O cümle, devletin sınırları içinde olanları tanımlama cümlesidir. Benim tek cümlelik anayasa teklifim şudur.
“Devletimiz, sınırları içinde yaşayanları öncelikle insan olarak tanımlar; insanın doğuştan sahip olduğu tüm farklılıkları ve özellikleri saygın kabul eder.”
Devletler, sınırları içinde yaşayanları ‘insan’ olarak görmedikçe anayasalar adalet tesis edemeyecek ve ideolojik metinler olmaktan kurtulamayacaklar. Allah bizi ‘insan’ olarak yarattı. Devletler, sistemler, anayasalar, kanunlar bizi insan olarak görmeli. İnsanlar da birbirlerini insan olarak görmeli.
Son söz en güzel insandan: “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız. Adem ise topraktandır.”